Çamlıhemşin gezimin son durağıydı. Ama Çamlıhemşin’i etraflıca görmek istiyordum. Bu yüzden Çamlıhemşin’i kendime merkez yapıp motosikletimle çevrede gezindim.
İlk durağım Çinçiva Köprüsü’ydü. Buranın şimdiki adı Şenyuva. Burada bir televizyon dizisi çekildiğinden adına artık Sevdaluk Köprüsü de denmeye başlamış. Ama Lazca adı Çinçiva.
Köprünün hikâyesinden bahsetmeden önce hazır lafı açılmışken Lazlardan bahsetmek istiyorum.
Ağız alışkanlığı, Karadenizlilerden bahsederken genelde tüm Karadenizliler için “Lazlar” diyoruz. Ancak gerçekte Karadeniz nüfusunun az bir bölümünü oluşturuyor Lazlar. Onlar da yoğun olarak Doğu Karadeniz’in doğusunda yaşıyorlar. Çamlıhemşin de bu bölgelerden biri. Çamlıhemşin’de kaldığım köyde de özellikle yaşlıların kendi aralarında Lazca konuştuklarını duydum. Lazca’nın da kaybolmakta olan dillerden biri olduğunu söylemem lazım. Yaşlılar gençlere Lazca öğretmeye çalışıyorlar. Bu konuda akademik çalışmalar da var ama günlük hayatta doğal olarak Türkçenin çok daha ağır basması nedeniyle Lazca unutuluyor.
Neyse, Çinçiva Köprüsü’nün hikâyesiyle devam edeyim.
1696 yılında inşa edilmiş bu köprü. Tam bir Osmanlı yapısı. Köprüyü yerel halk, kendi arasında para toplayarak inşa ettirmiş. Bu aralar da turistlerin gözde fotoğraf çektirme mekânlarından. Köprünün dibinde de güzel cafeler var. Eğer buralara gelecekseniz, bu cafelerden birinde biraz mola verin derim. İnsanlar genellikle buralara turlarla geliyorlar. Tur otobüsleri gidince de köprünün tüm güzelliği ortaya çıkıyor. Siz biraz mola verin, otobüsler gidince de köprünün manzarasının tadını çıkarın.
Çinçiva Köprüsü’nden sonraki durağım Zilkale. Yüksek bir tepeye inşa edilmiş Zilkale. Adeta Assasin’s Creed oyunun fırlamış gibi bir görüntüsü var.
13. yüzyılda Komenoslar döneminde yapılmış Zilkale. Yapım amacı Bayburt’a giden ticaret yolunun gözlemlenmesiymiş. Harika bir manzaraya sahip Zilkale.
Zilkale’den sonra, Palovit Şelalesi’ne gittim. Şelalenin yolu biraz zorlu. Benim altımda BMW F 850 GS Adventure olduğundan çok zorlanmadım. Ama binek bir otomobille buraya gelmek, biraz yürek ister. Bu zorluğun nedeni de yolun kendisi değil. Buraya turist taşıyan servis araçları.
15 metre yükseklikten düşen Palovit Şelalesi, Kaçkarlar Milli Parkı’nın içinde. Dediğim gibi, bol bol turist var buralarda. Bu yüzden eğer yapabiliyorsanız, erken saatlerde gelin buraya.
Palovit Şelalesi’nden sonra meşhur Ayder Yaylası’nın yolunu tuttum. Ne göreceğimi üç aşağı beş yukarı biliyordum ama yine de gözlerimle göreyim dedim.
Ayder Yaylası’na gelir gelmez, ağır bir nargile kokusuyla karşılaştım. Abarttığımı düşünüyor olabilirsiniz. Ama gerçek böyle. Yaylanın doğal havasından eser kalmamış, nargile kokuyordu.
Yeşil alan ise neredeyse hiç kalmamış. Ortada bir yeşil alan var ama İstanbul’da yaşadığım mahallenin yakınlarında bu alandan daha büyük parklar olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Her yer otel, her yer beton. Yazık.
Buralarda her yer böyle mi, aklıma takıldı. Ayder’den biraz ileri doğru gittim. Yol bozulmaya başladı ama beton da bitti. İleride Aşağı Kavrun, Yukarı Kavrun ve birkaç yaylanın daha olduğunu biliyordum. Ama artık saat biraz geç olduğundan gitmeye cesaret edemedim.
Akşam yemeği vakti gelmişti. Hemen milli park girişindeki Gürgendibi Restoran’da yemeğimi yedim. Karadeniz usulü kavurma harikaydı.
Karadeniz’deki son gecemi doğanın içinde kamp yaparak geçirmek istedim. Kendime uygun bir kamp alanı bulup çadırımı kurdum. Gece hava biraz serin olsa da doğa içinde uyanmanın hissi bir başkaydı.
Bir “Yol Var Gidersen” böylece sona erdi. Yaklaşık 1.600 kilometrelik harika bir yolculuk oldu. Bir sonraki seneyi iple çekiyorum.